13 Aralık 2011 Salı

sendika.org'da işgal üzerine bir gözlem yazısı.

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=41525


Boğaziçi öğrencilerinin Starbucks işgali üzerine gözlemler -Ufuk Kızılgedik
 
  11 Aralık 2011 -  
Bu yazıda Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin Starbucks işgalini, bu işgalin içerisinde yer almayan ama öğrenci hareketinin bir aktivisti-gözlemcisi olan bir üniversiteli olarak değerlendirmek istiyorum. Bu değerlendirmenin eylemin içerisinde yer almayan birisi olarak eyleme dair kısmi bir bilgiyle (işgal alanına gitmek ve eylemin blogunu okumak) yazıldığı ve nesnellik iddiası olmadığı bilinmelidir. Değerlendirmemin amacı özel olarak bu işgali örgütleyen öğrencilere bir cevap yazmak ya da medyada yer alan karalama niteliği taşıyan bazı eleştirilere destek olmak değil. Bunun yerine Starbucks işgalinin öğrenci hareketine nasıl bir deneyim vaat ettiğini irdelemeye çalışacağım.

Öncelikle Cüneyt Özdemir’in “Hopa davası, öğrenci eylemleri ve görevimiz tehlike” başlıklı yazısında dile getirdiği eleştirilerinin, onun eleştirmesine rağmen içine düştüğü “içimizdeki Engin Ardıç’ın uyanması”nın bir örneği olduğunu ileri süreceğim. Özdemir’in “mesela öğrencilerin kaçı Amerikan sermayesi diye yabancı kot markalarını giymiyor” diyerek verdiği “eylem eleştirisi 101” dersine işgalci öğrencilerin ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu eleştirinin benzerleri zaten örgütlenmeye olan güvensizliğin pompalandığı ve her türlü muhalif eylemin dışında kalmayı seçen insanların zihinlerinde mevcut. Anti-kapitalist eylem kapitalizmin dışında kurulamaz; hatta anti-kapitalist eyleme gücünü veren şey kapitalist kültürün çevrelediği toplumsal ilişkilerin içerisinden doğmasıdır. Kapitalizmin sorgulanması, kapitalizmin etkilerini kendi gündelik pratiklerinin içerisinde deneyimlemeyen bir çevreden çıkamaz. Eğer Özdemir’in işgalci öğrencilerin samimiyetine güvenme koşulu bir grup öğrencinin kapitalizmden arındırılmış komün sitelerinden anti-kapitalist siyaset üretmesiyse, bu tür bir siyasetin geniş kitlelere temas etme imkanının dahi olmadığını ona hatırlatmak gerekir.

Cüneyt Özdemir’in bir diğer eleştirisi yazısında tırnak içine almayı uygun gördüğü eylemin “eğlenceli” olmasıdır. Özdemir’in yaptığı gibi, tutuklu öğrencilerle-Öğrenci Kolektifleri’yle Starbucks işgaline katılan-örgütleyen öğrencilerin arasında bir karşılaştırmanın hayli yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu karşılaştırma “kim daha mağdursa o daha haklıdır-samimidir” gibi bir algıya kapı araladığından hem Kolektiflerin mücadelesini mağduriyet üzerinden kurmaya hem de işgalci öğrencilerin taleplerini ve özgünlüklerini göz ardı etmeye yol açmaktadır. Ayrıca Kolektiflerin görünürlüğünün ve kitle desteğinin sağlanmasında, “eğlenceli” eylemlerin işlevi yok sayılmamalıdır. Kolektiflerin en büyük başarılarından birisi militan ve eğlenceli iki farklı eylem tarzını sentezlemesinde gizlidir. “Yumurta Şenlikleri”nin sırrı buradadır.

Kültürel muhafazakarlık ve konformizm
Starbucks işgaline benim yönelteceğim iki eleştiri var: Birincisi eylemin kültürel muhafazakârlığa ve konformizme yakın duruşu; ikincisi şiddetin kavramsal tartışmasıyla ilişkilidir. Bu eleştiriler elbette öğrencilerin üniversitenin mekânsal-sınıfsal dönüşümde karar hakkına sahip olduğu kabulünün üzerine inşa edilecektir.

Kültürel muhafazakarlık kavramıyla, işgalci öğrencilerin bireysel olarak muhafazakar olduklarını, değişime kapalı olduklarını iddia etmiyorum. Fakat Starbucks işgalcilerinin ortak alanlarındaki habitusunun güçlü bir dışlayıcılığı meydana getirdiğini öne sürmeye çalışıyorum. Daha açık bir ifadeyle eylemin siyasi taleplerin-fikirlerin birleşmesinden çok kültürel aidiyetlerin birleştirilmesine hizmet ettiğini söylüyorum. Bu durumda siyasi mücadelenin kendine ait yeni bir kültürel birliktelik üretmesi yerine, siyasetin hakim kültür tarafından belirlenmesi, kültürel aidiyetlerinin siyasal mücadeleyi sınırlandıran etkisi açığa çıkmaktadır.

Birkaç örnekle düşüncelerimi netleştirmeye çalışayım. İşgal mekanı Starbucks’ta akademisyenlerin de katılımıyla yapılan toplantıların, panellerin bazılarının başlıkları şu şekildedir: Sosyal bilimciler için kuantum, görelilik; Siyasal katılım ve iktisadi vatandaşlık; mübadele; Kadın kapısı, cinsel sağlık, HIV pozitif, seks işçiliği; Edebiyat ve Politika. Öğrenci hareketinin klasik eylemlerinden birisi afiş asma gibi gerekçelerle üniversiteden aylarca uzaklaştırılan öğrencilerin üniversite kapısının önünde çadır kurması ve buraya hocalarını davet ederek ders işlemesidir. Amaç eğitim hakkının elimizden alınamayacağını, üniversitelerin bizim olduğunu hatırlatmaktır. Derslerin Starbucks’a taşınması da üniversitenin kamusal niteliğini savunmak, üniversite alanının öğrencilere ait olduğu söylemek, akademisyenleri öğrencilerin mücadelesine desteğe çağırmak açısından benzer bir şekilde tartışılabilir. Fakat önemli bir farkın altını çizmek gerekiyor: Bu panellerin seçimi sol-entelektüel çemberin dışındaki öğrenci kitlelerine ulaşmak, muhalif olmayanları muhalifleştirmek adına değil, belirli bir kültürel-kimliksel çevrenin akademik-kültürel-politik ihtiyaçlarını-beklentilerini-taleplerini karşılamak adına yapılmaktadır. “Sosyal bilimciler için kuantum” dersinin öğrenci kitlelerinin önemli bir bölümü için cezbedici bir yanı olmadığı açıktır. Siyasal gündemden, mevcut eylemin politik altyapısını oluşturmaktan uzak olan bu etkinlikler, sosyal bilimcilerin ve muhalif eylemcilerin kendilerinin pişirip kendilerinin yediği bir görüntüye yol açmaktadır. “Açık dersler” ismi kadar açık olmayabilir. Bu noktada eylemin taleplerinin, siyasal içeriğinin ikinci plana atılması, eylemin dışındaki gençlik kitleleriyle bağın önemsenmemesi gibi algısal sorunların ortaya çıkması olasıdır.

Eylemin siyasi olan karşısında kültürel olana tanıdığı öncelik, eylemciler ve eylemci olmayanlar arasındaki kültürel farklılıkların vurgulanmasıyla yine dışlayıcı bir pratik üretmektedir. Starbucks işgalindeki öğrencilerin blogundaki “Özgürlüğü kahve bardağının dibinde aramayanlar” başlıklı yazı bu açıdan değerlendirilebilir. “Hani bizim kahve içme özgürlüğümüz” diye serzenişte bulunan öğrencilere cevap veren bu yazı, eylemin kitleselleşme isteminin sınırlarına işaret etmektedir. Kendilerine liberalizmin özgürlük kavramlarıyla muhalefet etmeye çalışan bir kitleyi “özgürlüğü kahve bardağının dibinde arayanlar” olarak nitelendirmek bu kitlenin özgürlük istemini yanlış anlamak olduğu gibi bu kitleye dair bir küçümsemeyi de içermektedir. Eylemciler özgürlüğün tanımını kültür hiyerarşisinin yüksek basamaklarından kendi karşıtlarının özgürlük anlayışını alaya alarak kurmaktadırlar. Özetle eylemcilerin karşısına aldıkları ve eleştirdikleri şey bir fikir, bir tavır ya da liberalizm değil, somut kişiler olarak görünmektedir. Dolayısıyla liberal ideolojiyle mücadele edeceğim derken, bu ideolojiyi benimseyen oldukça geniş bir kitlenin bu eylemle bağ kurma şansı ortadan kaldırılmaktadır.

Oysa bu kitleler, öğrenci hareketinin nitelikli, ucuz yemek; üniversitenin kamusal dönüşümü, öğrencilere söz ve karar hakkı gibi birçok talebi konusunda ikna edilebilecek ve destek verebilecek insanlardır. “Özgürlüğü kahve dibinde arıyorsunuz” uyarısını “hayalleri çalınmış” bireylere yapmak, sol-muhalif-sosyal bilimci kültürle “dışarısı” arasında kalın bir çizgi çizmeyi sağladığı için de çekicidir. Grubun kültürel değerlerini kabalaştırılmış bir karşıta hücum ederek kurmak, grup içerisindeki dayanışmayı pekiştirse de grubun öğrenci kitlelerinin arasında yalnızlaşmasına meyil vermektedir.

Öte yandan, Starbucks’ın simgeselliğinden feyz alarak sermaye karşıtı bir mücadele örgütlemek mücadelenin yine kültürel bir alana hapsolmasına sebep olmaktadır. Öğrencilerin Cüneyt Özdemir’e cevap verdikleri yazıda kullanılan “Starbucks İşgali tamamen sembolik bir mekan üzerinden bizim olanın, kampusun, kamu üniversitesinin iadesinin talebidir!” ifadesi bu noktada açıklayıcıdır. Starbucks’ın sembolik anlamı sol kültürün ona atfettiği bir anlamdır. Dolayısıyla üçüncü dünya ülkelerinin işçi sınıflarının hal ve ahvali hakkında bir sorunu olmayan ama kendi üniversitesindeki kantin, yemek, demokrasi sorunlarının yakıcılığını hisseden sol kültürün dışındakiler Starbucks’a karşı benzer bir duyarlılığı taşımamaktadır.

Eylemin kültürel aidiyetlere önem veren bir özyönetim hareketi olma ve siyasal kazanımlara önem veren bir talep hareketi olma arasındaki ikilemi öğrenci kitlelerine yönelik kapsayıcılığı sınırlamaktadır. Talep siyaseti, taleplerini iktidarın insafına bırakan, sivil toplumcu “baskı grupları”nın politik var oluş amaçlarının dışında da kurgulanabilir. Örneğin parasız eğitim talebini dile getirenler 80 öncesindeki harçların olmadığı bir evreye dönüşü hedeflememektedir. Talep neoliberal dönemin iktidarlarının karşılayamayacağı bir talep olması itibariyle sistem dışıdır. Bu talebin muhatabı her düzeyde iktidarlar değil, kendi toplumsal çıkarlarını neoliberal iktidarların karşısında konumlandıran öğrenci-halk kitleleridir. Amaç iktidarın talepleri kabul etmesi değil, kitlelerin talepleri kabul etmesidir.

İyi çocuklar-Kötü çocuklar
Şiddeti kimden ve nasıl gelirse gelsin mahkum etmek liberalizme özgüdür. Liberaller ancak kendi sistemlerini tehlikede hissettiklerinde “orantısız güce” karşı durup, “orantılı gücün” sessiz talebiyle şiddeti gizledikleri yerden çıkarırlar. Suyun başını tutanlar kendi şiddet eylemlerini başkalarına yaptırırken demokrasiden sıkça bahsetmeyi ihmal etmezler. Fakat toplumsal hak kazanım mücadeleleri şiddeti bir direniş yöntemi olarak benimserler. Bu minvalde, şiddet bireylere uygulanan zoru değil, hak kazanımının ön koşulu olan kitle iradesini temsil eder. Topraksız köylülerin işgalleri, HES’lere karşı direniş, yumurta eylemleri “barışçıl” eylemler değildirler. Çünkü yöneten ve yönetilen arasında kurulacak bir barıştan yana değildirler. Çünkü şiddet direnişin içindedir.

CNN Türk kanalında Şirin Payzın’ın “eylemin barışçıllığını” vurgulayan ifadelerinden, Sosyoloji Bölümü öğretim görevlisi Barış Büyükokutan’ın eylemin 60’lardan beri Boğaziçi geleneğinin bir parçası olduğunu hatırlatmasına kadar eylemin radikal yönelimlerini törpülemeye yönelik yaklaşımlar gerek medyada gerekse de üniversite bileşenlerinin ifadelerinde yer bulmaktadır. Bu yaklaşımlar eylemcileri şiddet karşıtı ve Boğaziçi’nin liberal geleneğiyle uyum içerisinde olan iyi huylu öğrenciler olarak tanıtmaya bilinçli ya da bilinçsiz olarak hizmet etmektedir. Bu kurgu içerisinde polisle çatışan, gözaltına alınan, örgütlü solun içerisinde yer alanlar “kötü öğrencileri” temsil etmektedir. Bu temsil biçimleri öğrenci hareketine bir bütün olarak zarar vermektedir. Benim şiddet konusundaki tek eleştirim, tutuklu öğrencilere verilen desteği unutmadan, bu tür bir ehlileştirme siyasetine net bir cevabın işgalci öğrenciler tarafından verilmemiş oluşudur.

Temel eleştiri noktama geri dönerek gereğinden uzun kaçan bu yazıyı bitirmek istiyorum. Bir örgütlenmenin kültürü, onun siyasal mücadelesinin bir sonucu olarak oluşmalıdır. Benzer giyim-kuşama, tavırlara, beğenilere, ilgi alanlarına, entelektüelliğe, söylemlere sahip olan, oyunu alanın içerisinde deneyimleyerek ortak duyarlılıklar, onaylamalar, eleştirellikler geliştiren gruplara sıkışıp kalmak öğrenci hareketlerinde kültürel uyumluluğu-konformizmi siyasal mücadelenin önüne geçirerek kazanımların ufalmasına yol açmaktadır. Kültürel homojenliğin beden ve dil ile ifade edilen tüm görüntüleri, eylem dışındaki insanları erişilmez kılan bir etki yaratır. Buna engel olmak için daha kuruluş aşamasında bir talep hareketi olarak inisiyatif almak, kendimizi kültürel standartlarımıza uyum sağlamak adına görünmez duvarlarımızın arkasında muhafaza etmemek gereklidir.

1 yorum:

  1. üzerine düşünmemiz gereken ve belki farklı bir tutum içine girmemizi gerektiren bir yazı olmuş.
    bence en kısa zamanda bu yazıdan feyz alarak bir toplantı düzenlenmeli.
    hatta bunun içine hocalardan da fikir vermek isteyebilecek olanları katarsak daha bütünleştirici olur.

    Özellikle "özgürlüğü kahve dibinde arayanlar" tanımlamamızın dışlayıcılığı bakımından değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

    YanıtlaSil